Sinemada “Neorealismo” ve Türkiye – I

Yazar: Ece Dilan BAKIR

Özet

Sinema hiç şüphesiz başlangıcından bu yana tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Dünya
tarihinde ise, sanat dalları içerisinde kitlelere bu denli hızlı tesir eden bir başka alan bulmak neredeyse imkansızdır. Zira başlangıcı çok eskiye dayanamamasına karşın sinema olağanüstü bir ivmeyle gelişimini sürdürmekte ve izleyiciyi büyülemeye devam etmektedir.
Bu çalışmanın amacı, Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik akımının izlerini aktarmak ve tarihsel sürecini irdelemektir. Öncelikli olarak sinemanın ortaya çıkışı kısaca anlatılacak, Osmanlıya geçişi izlenecek ve ilk filmler ele alınacaktır. Özellikle ilk filmlerde işlenen temalarla sinemanınsanat olarak katettiği yollar anlaşılmaya çalışılacaktır. Bunoktada Osmanlı ile Türkiye ayrı olarak işlenecek ve savaş döneminden nasıl etkilendikleri, bu etkinin yapımlara ne yönde tesir ettiği örneklerle anlatılacaktır.
Ardından sinemada Toplumsal Gerçekçilik akımının çıkış noktası ve temsilcisi İtalya’nın politika, sanat ve ekonomikalanlardaki vaziyeti açıklanacaktır. Zira sinema sanatının
20. Yüzyıl ortalarında artık dramatik ve duygusal yönündenbir nebze ayrışarak sokağa inmesi, insanı anlatması ve başlıca temalardan sayılan; yoksulluk, açlık, işsizlik ve emek temalarının daha iyi anlaşılması için, söz konusu ortamın idrak edilmesi bu bağlamda büyük önem arz etmektedir. Akabinde Gerçekçilik akımının dünya sinemasına yayılması işlenecektir. Tüm dünyayı etkisi altına alan bu yeni akımın önemli temsilcileri anlatılacak ve filmlerinden örneklerle kuramın izahı sağlanacaktır. En sonda ise makalemizin de temel araştırma konusu olan Türkiye’nin toplumu anlatan bu kuramdan nasıl etkilendiği, kimlerle beyaz perdede buluştuğu okuyucuya anlatılacaktır.
Tüm makale ile; Toplumsal Gerçekçilik akımının ne olduğu, evvelinde Türkiye’nin ve İtalya’nın vaziyeti, nasıl bir dünyaya doğduğu ve Türkiye’nin bu akımı nasıl işlediği konuları kısa izahatlar ile anlatılması amaçlanmıştır. Bu sayedeokuyucu, sinema sanatının toplum hayatı ile iç içe geçtiği yollarda yürüme imkanı bulabilir.

BİR SANAT DOĞUYOR

Sinemanın tarihsel sürecine hızlı bir göz atmak bu noktada önemlidir. İlk olarak Lumiere Kardeşler olarak bilinen Auguste Marie Louis Nicolas ve Louis Jean’in 1895 yılında Paris’teki “Trenin Gara Girişi” (L’arrivée d’un train en gare de La Ciotat) filmi ile dünya sinema ile tanıştı. Elbette bu film, bugün bildiklerimizden çok farklı olarak bir giriş-gelişme-sonuç bağlamından bağımsız ilerleyen, hatta video çekimi olarak adlandırabileceğimiz oldukça kısa, belgesel niteliğine haiz bir gösteriydi. 48 saniyelik bu kayıtta trenin La Ciotat garına girişi, civardaki insanlar ve döneme ait ayrıntılar seçilmektedir. Nitekim sinemayı başlatırken bu olayı baz alma sebebimiz elbette bundan fazlasıydı.

Lumiere Kardeşler ilk sinematograf 1 cihazının patentini almış ve geliştirmişlerdi. Sinematograf, Kinematoskop’un aksine aynı anda birden fazla kişinin kaydedilen görüntüleri izlemesine olanak sağlıyordu. Görüntünün hareketli hale gelmesi, ardışık fotoğrafların hızlı bir şekilde peş peşe gösterilmesiyle sağlandı ve bu yöntem günümüz sinemasında da hâlâ kullanılmakta. Lumière kardeşler bu tekniği saniyede 16 kareyle gerçekleştirmişti. Bugünün sinema filmleri ise saniyede 24 kare ardı ardına sıralanarak oluşturulur. Böylece sinematograf sayesinde gösterilen Trenin Gara Girişi ile insanlar toplu halde izlenceyi deneyimlemeyle tanıştılar. O dönem böylesi bir teknolojiye yakın denebilecek hiçbir şey yoktu. Bu sebeple izleyiciler öylesine şaşırmıştı ki, perdedeki trenin üstlerine geldiğini düşündükleri için dışarıya kaçışıp ciddi bir izdiham bile yaratmışlardı.

Lumiere Kardeşlerin gösterisinin ardından Sinema Sanatı, veya daha doğrusu o dönem henüz bir sanat dalı olma niteliğine haiz olmadığından Sinematograf cihazı, hızla yayılmaya ve farklı ülkelere gönderilmeye başlandı. Osmanlı’da sinema ilk kez 1896 yılının sonlarına doğru, II.Abdülhamid döneminde tanıtıldı. “Trenin Gara Girişi” filmi, Paris’teki ilk gösterimin üstünden fazla bir zaman geçmeden, Fransız uyruklu Bertrand tarafından Yıldız Sarayı’nda izleyiciyle buluşturuldu. Aynı yıllarda dönemin başkenti İstanbul’un çeşitli yerlerinde yabancı filmler gösterilmeye devam edildi. Ancak ilk filmimiz, Osmanlı sinema ile bu denli erken tanışmasına karşın ne yazık ki biraz gecikmeli olarak hayatımıza girerek 1914 yılında Fuat Bey (Fuat Uzkınay) tarafından çekilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” kısa belgeseli oldu.

“Trenin Gara Girişi” Louis Lumiere

Elbette sinema, belgesel türünde çekilen filmlerden ibaret kalmadı. Zamanla, özellikle de tiyatro geleneği sebebiyle, senaryolar ortaya çıktı ve filmler bambaşka bir alana evrildi. Bunların ilk ve en önemli örneklerinden 1902 yılında Fransa’da çekilen Aya Seyahat (Le Voyage dans la Lune), dönemdaşlarına nazaran orijinalliği ile dikkat çekmiş, siyah-beyaz, diyalogsuz bir bilim kurgu filmidir. Filmin yönetmenliğini, aynı zamanda bir sihirbaz ve illüzyonist olan Georges Méliès üstlendi ki bu durum filmdeki atmosferin tecrübeli birisinin elinden çıkma olduğunu da gözler önüne sermekteydi. Méliès, senaryoyu kardeşi Gaston Méliès ile birlikte, dönemin iki önemli romanından ilham alarak kaleme aldı: Jules Verne’in Ay’a Yolculuk adlı eseri ve H. G. Wells’in Ay’daki İlk İnsanlar romanı. Saniyede 16 kare hızında gösterilmekte olup yaklaşık 14 dakika süren filmimiz, uzunluğu ile de kendi alanındaki farkını ortaya koymuştu.

Gösterime girdiği dönemde de en az bugün olduğu kadar büyük ilgi görmüştü Aya Seyahat. O kadar ki Méliès’in çektiği yüzlerce fantastik film arasında en tanınanı olmuştur. Aynı zamanda birçok sinema tarihçisi tarafından, animasyon ve görsel efekt kullanımında çığır açan ilk yapımlardan biri ve bilim kurgu türünün öncüsü olarak kabul edildi. Aya Seyahat’in bugün hala sinema sanatının yolculuğunu anlamamızda payı büyüktür.

SİNEMANIN DOĞUŞU VE TÜRKİYE

Sinemanın yaygınlaşması ile birlikte artık Osmanlı İmparatorluğu da değişen çağa ve ortaya çıkan bu yeni sanat alanına kayıtsız kalamayacağının farkındaydı. Her ne kadar sinemanın gelişi dönemin gayrimüslim yabancıları tarafından sağlanmışsa da zamanla daha geniş kitleler ve İmparatorluk mensubu Türkler tarafından da benimsenmeye başlandı. Bu sanatın Osmanlı İmparatorluğundaki ilk örneklerini ve devamı Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle ilk dönemlerindeki yansımalarını ayrı ayrı değerlendirmek gerekmektedir.

a. Osmanlı Dönemi (1914-1922)

1914-1922 yılları arası, Osmanlı İmparatorluğu bakımından pek çok alanda çalkantılı bir dönemdi. Son yıllarına giren koca bir İmparatorluk gerek siyasi, toplumsal ve ekonomik krizlerle boğuşuyor gerekse de moderniteye ayak uydurmaya çalışıyordu. Çok milletli oluşu sebebiyle kendi kökleriyle derin bir bağlantı içinde olan Osmanlı için bu süreç elbette her alanda sancılı geçecekti. Bu yıllarda modern kültürel unsurlar artık kamusal alanda görülür dereceye ulaşmıştı. Sinema yine aynı yıllarda tüm dünya tarafından, bir eğlence aracı olmasının yanı sıra yavaş yavaş ideoloji taşıyıcı silah işlevi de kazanmaktaydı. Dünya bambaşka bir zamana uyanıyordu ve Osmanlı’daki sinema faaliyetleri de söz konusu dönemin sosyal ve siyasal yapısından kendi payına düşeni alacaktı.

“1914 yılı, Osmanlı’da sinema yayıncılığının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde Türk Sineması, Sinematograf Ceridesi, Sinema, Ferah ve Sinema Haberleri gibi Türkçe sinema dergileri için yayın izni alınmıştır. Bu dergiler aracılığıyla sinemanın yalnızca bir gösteri biçimi değil, toplumu eğiten ve yönlendiren bir kültür taşıyıcısı olarak görüldüğü anlaşılmaktadır” (Yıldırım, 2023).

1914 yılında patlak veren Birinci Cihan Harbi’nin başlamasıyla birlikte, sinema devletler üstü bir yapı olarak propaganda ve bir çeşit “ek işgal yöntemi” olarak kullanılmaya başlandı. Bunun yanında askeri faaliyetleri belgelemek bakımından da kayıt almak o dönemde önemliydi. Osmanlı’da da durum aynı şekilde işliyordu ve Enver Paşa’nın talimatıyla kurulan MerkezOrduSinemaDairesi(MOSD), buna yönelik en somut örnekti. Dairece çekilen filmlerle hem askerlerin görsel kaydı tutulmuş hem de halkta bir çeşit milli bilinç oluşturulmaya çalışılmıştı. Yine bu kapsamda; Osmanlı sinema tarihinin çekilen ilk filmi olarak kabul edilen Fuat Uzkınay imzalı “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” (1914), yine hem teknik hem ideolojik açıdan önem arz etmekteydi. Abidenin yıkılışı Osmanlı İmparatorluğu’nun Batıya ve Rusya’ya; teslimiyetçi tarihinden kopuşu ve Türk Milliyetçiliğinin yükselişi mesajını taşımaktaydı. Kayıt altına alınması da yine ideolojik bir belge niteliğine haiz olmasını sağladı.

“Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” (1914) (mubi.com)

Savaş yıllarında sinema, büyük ölçüde propaganda amacıyla kullanılsa da yer yer sanata yönelik yapımların da ortaya çıktığı görülmekteydi. 1916 yılında genç karikatürcü Sedat Simavi tarafından çekilen “Pençe” ve “Casus” ilk kurmaca filmlerimizdendir. Bu gelişmelerle Osmanlı sinemasının belgesel kültüründen de sıyrılmaya çalıştığı sonucu çıkarılmaktadır. Zira kurmaca türlerinin de ilgi görmeye başlaması sinema tarihimiz ve anlatı sinemasının temellerinin anlaşılması açısından bir başlangıç niteliği taşımaktadır.

1918 sonrası İstanbul’un işgali ve mütareke döneminde2 sinema faaliyetleri sınırlansa da halkın sinemaya olan ilgisi devam etmekteydi. Bu süreçte sinema salonları, kimi zaman işgal güçlerinin denetiminde de olsa açık kalmış, yerli yapımlar ise ülkedeki şartlar hasebiyle azalsa da izleyiciyle buluşmaya devam etmişti. Bu dönemde sinema, milli kimliğin ve direniş ruhunun güçlendirildiği yıllar oldu. Sinema bu alandaki en önemli kaynaklardan birisi olsa da elbette bununla sınırlı kalmayarak kurmaca film kültürü de yavaş yavaş Osmanlıda kendisine alan açmaya devam etmekteydi. 1919 yılında İstanbul’un işgalinin devamı sebebiyle Malul Gaziler Cemiyeti gelir kaznmak amacıyla film çekmeye karar verince, dönemin önemli tiyatrocularından Ahmet Fehim Efendi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanı “Mürebbiye”yi sinemaya uyarladı. Filmde Fransa’da hayat kadınlığı yapan Anjel’in, Osmanlı’ya gelerek varlıklı bir ailenin konağında mürebbiyelik yapması ve ahlak kurallarını burada da hiçe sayarak konaktaki tüm erkekleri birbirine düşürmesi işlenir. Nitekim İşgal Kuvvetlerince filmin Anadolu’da gösterilmesi yasaklanınca Mürebbiye sansür uygulanan ilk Türk filmi oldu.

Nihayetinde, 1914-1922 dönemi Osmanlı sineması; savaş, işgal ve yıkım gibi tarihsel kırılmalara rağmen hem üretim hem de yayım anlamında gelişim göstermiştir. Bu süreçte sinema, sadece modernleşmenin bir göstergesi değil, aynı zamanda toplumsal bilinçlenmenin ve ideolojik yönlendirmelerin önemli bir aracı olarak şekillenmişti. Elbette yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti de bu Osmanlı sinemasının yer yer devamı olacak yapımlarla boy gösterecekti.

b. Türkiye (1923-1940)

Elbette Türk Sinemasının her dönemi kendi içinde anlatılmaya muhtaç pek çok güzellik barındırmaktadır. Nitekim bütün halinde bir koca sinemanın anlatılması mümkün olmadığından bu makalede dönemi ve sinema dinamiklerini anlayabilmek adına yalnızca 1923-1940 arası dönemden kısaca bahsetmek gerekir.

1923 Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte artık Osmanlı İmparatorluğu sona ermiş ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Türkiye, Osmanlı’nın yakalayamadığı kültürel ve ideolojik değişimleri ve modernleşme amacıyla köklü dönüşümleri hedefliyordu. Özellikle 1923-1940 dönemi, Türkiye’deki sinemanın geliştiği ve yerli yapımlarda gözle görülür artışlar yaşandığı dönemdi. Bunun yanı sıra sinema ulus-devlet anlayışını da pekiştirmeye büyük katkı sağlıyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sinemada büyük oranda özel sektöre bağlı girişimler görülmekteydi. Zira yeni kurulan bir devletin öncelikleri ve parasal sıkıntıları olduğundan sinemaya yeterli yatırımın yapılması olanaksızdı. Bunlara ek olarak, özel sektörde dahi teknik altyapı ve profesyonel kadro eksikliği yaşanıyordu. Türkiyede sinema ile tiyatro henüz tam anlamıyla bağlarını koparmadığından bu dönem “Tiyatrocular Dönemi” olarak anılmaktaydı.

Bu dönemin öne çıkan ismi Muhsin Ertuğrul oldu. Ertuğrul, tiyatro kökenli olması sebebiyle sinemaya daha kolay adapte olmuş ve estetik yapı kazandırmıştı. Almanyadaki çalışmalarının da akabinde Türkiye’ye sinematografik disiplini getirdi. “Ateşten Gömlek”(1923), “Leblebici Horhor Ağa” (1934) ve “Bir Millet Uyanıyor” (1932) gibi filmleriyle hem sinemanın gelişimine katkı sağladı hem de tiyatrocular dönemine damgasını vurdu. Özellikle “Bir Millet Uyanıyor” ile Kurtuluş Savaşı’nın anlattı ve ulusal kimlik inşası yönünde büyük katkı sağladı. Ertuğrul, ilk sesli filmimiz olan “İstanbul Sokaklarında”(1931) ile Türk sinema tarihinin ilk uzun metrajlı ve renkli ilk filmi “Halıcı Kız” (1953) gibi önemli yapıtlarıyla da Türk sinemasındaki yerini sağlamlaştırdı.

“İstanbul Sokaklarında” (1931) (mubi.com)

Yerli Yapımların yanında pek çok ithal film de bu yıllarda gösterildi. Sinema salonları Fransız, Alman ve Amerikan filmleriyle donatıldı. Bu filmler arasında özellikle Charlie Chaplin’in sessiz komedileri ve Hollywood yapımı dramlar halk tarafından büyük ilgi gördü. Bu filmlerin teknik ve anlatı üstünlükleri seyirciyi salona çekerken, Türk Sinemacılar bakımımdan da başka dünyaların kapısını araladı. Bu sayede yeni arayışlar ve akımların doğmasına da zemin hazırlandı. (Scognamillo, 2003).

Öte yandan yeni kurulan Cumhuriyet ile kültür politikaları da yavaş yavaş gelişmeye başlamıştı. Sinemanın halkı eğiten ve yönlendiren bir araç olarak kullanılması gerektiği düşünülüyordu. Bu nedenle de giderek devlet destekli yapımların sayısı az da olsa artmıştı. Nitekim bu dönemde sinema sansür mekanizmaları ile ahlaki ve ideolojik olarak kontrol altına alınmış, sinema dergileri ve yazıları üzerinden kamuoyuna sinemanın “terbiye edici” işlevi sıkça hatırlatılmıştı.

Nihayetinde, 1923-1940 arası Türk Sineması, Osmanlı’dan geriye kalanlar ile gelecek arasında köprü kurulmaya çalışılan, bir yandan modernleşme hedeflenirken diğer yandan kültürü koruyan ve ulus inşasını destekleyen bir döneme sahne olmuştu. Pek çok usta isim çıkmış, yabancı filmler incelenmiş, öğrenilmiş, teknik anlamda sinema geliştirilmeye çalışılmıştı. Bütünüyle incelendiğinde Türk Sineması kendi yönünü bulmaya çalışmış ve sanatın bu yeni alanına kucak açmıştı.

[İlgili makale, bilimsel etik kuralları çerçevesinde İstanbul Üniversitesi AUZEF Fakültesi RTS Lisans Programı öğrenciliğim kapsamında 2025 Mayıs tarihli Mezuniyet Projesi ödevi olarak hazırlanmıştır.] 

  1. Sinematograf veya Türkçe karşılığı ile “Hareket/Görüntü kaydeden/yazan”, görüntüleri kaydederek ekran üzerinde oynatma olanağı sağlayan cihaz. ↩︎
  2. “Türk tarihinde 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile başlayıp Mudanya Mütarekesi ile sona erdiği kabul edilen ve işgal ve Türk Kurtuluş Savaşı ile betimlenen ara dönem.”
    (https://tr.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCtareke_(d%C3%B6nem)) ↩︎

İlginizi çekebilecekler

Bir yorum bırak

* Bu formu kullaranak, internet sitemize sağlamış olduğunuz datanın (örn. mail adresi) tarafımızca saklanmasını kabul etmiş oluyorsunuz.

İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz için "ÇEREZ" kullanıyoruz. Toplanan verilerle ilgili düzenlemelere internet sitemizde yer alan Gizlilik Politikasından ulaşabilirsiniz. Kabul et. Detaylar