Önceleri pek çoğumuzun hoşuna giden tatil görünümlü kısıtlamalar, şimdi hepimizin prangası olmuş durumda. Okullardan, seyahatlerden, kalabalık buluşmalardan, sofralardan ve daha pek çok dünya nimetinden uzakta kalmaya başlayınca sanırım o hep şikâyet ettiğimiz rutin koşuşturmalara hasret kaldık. İlk zamanlar iştahla yapılan ev yapımı ekmekler, kafa dinlendiren çizimler, boyamalar, kesmeler, biçmeler bir zamandan sonra hiçbirimizi tatmin etmemeye başladı. Sabahın kör vakti yüzüme vuran ayazla metrobüs durağındaki bekleyişimi özlediğim an, artık bir şeylerin mental anlamda yeterli gelmediğini fark ettiğim an oldu. Eh, bir insanın metrobüs gibi bir taşıtı özlemesi durumun vahametini ortaya yeterince koyuyor diye düşünüyorum. Kısacası kısıtlamaların çok boyutlu ve kötü neticeleri, psikolojik anlamda da epey sarsıcı boyutlara erişti. Belki de kendimizle bu kadar baş başa kalmak, düşünmenin süresini ve detaylarını arttırdığından var olan durumu daha da sıkıntılı hale getirdi.
Böylesine karmaşık bir dönemde, yeni bir şeye başlayabilmek bile öyle zahmetli bir hal aldı ki. Ekranla bu denli haşır neşir oluşumuz dikkatimizi ve konsantremizi fazlasıyla kötü etkiledi. Bir kitap seçip başlamaya çalışmak, bir cümleyi anlamayıp birkaç defa okumak, keyif olsun diye açıp bir film izlemek bile gözümüzde büyümeye başladı. Eskiden velinimetti bu aktiviteler. Biraz olsun mevcut sıkıntılardan, dünya telaşesinden kaçıp saklandığımız bir liman gibi gelirdi. Fakat zaman geçtikçe bunlar da kar etmedi. Şimdi bakıyorum da insanın kafasının içinden geçen her şeyi noktası ve virgülüyle, günbegün tekrarlaması ciddi bir yükmüş aslında. Bedensel yorgunluğun daha üst düzey bir versiyonu sanki. Oysa önceden tramvaydan inip Beyazıt’a doğru yürürken aklımdan sadece ‘Bu amcalar da her gün buradalar yahu!’ gibi gündelik hayatın basit merakları geçerdi. Ama anladım ki ne İstiklal’in akşam koşuşturması ne de arife günü Eminönü’ndeki bayram telaşı; zihnimdeki kalabalık hepsinden daha büyükmüş. Her şey susunca anlayabildim.
Yığın, zihnin içindekilermiş; insan kalabalıkları değil. O kalabalıklar ancak yığınları geçici süreliğine durduran, unutturan birer araçmış. Zihindeki yığınları ve insan kalabalıklarını dengede tutarak sürdürdüğümüz hayatlarımız, şimdi yığınlara mağlup oluyor. Halen daha ne zaman çıkacağımızın belli olmadığı bir girdabın içindeyiz. Var olan bütün duyguları doruklarda yaşadığımız, zihinsel ve bedensel yorgunluklarla; maddi ve manevi birçok problemle karşı karşıya kaldığımız, bilhassa gençler olarak eğitim hayatımızın en kıymetli senelerini bile doyasıya yaşayamadığımız, her geçen gün bir yenisinin eklendiği gelecek kaygılarımız ve dahası. İşte böyle bir girdabın pençesine takılmış, durmadan dişimiz tırnağımızda didiniyoruz. Fakat ne diyor türküde: ‘Kesme ümidini kadir Mevla’dan…’ Her şeye rağmen inanıyorum ki, zihinlerimizin ve yüreklerimizin bir kuş kadar hafif olacağı günler uzakta değil. Belki sendeliyoruz, belki ayakta zor duruyoruz, belki de düştük ama tünelin sonundaki ışığı mutlaka göreceğiz. Havaya martıların çığlıklarının karıştığı, hafif telaşlı kalabalıkların keyifli yankıları eşliğinde mehtabı izleyeceğimiz güzel günlere…