ULUS DEVLETİ NEDEN SAVUNMALIYIZ?

Yazar: Fatih ÖZAY

Bugün Türkiye siyasetinde ve akademik tartışmalarda sıkça karşılaştığımız sorulardan biri, giderek daha yüksek sesle dillendiriliyor: “Türkiye Lübnanlaşır mı?” Bu soru, sadece siyasi temsiliyet tekniklerini değil, bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimsel varoluşunu ilgilendiren ciddi bir uyarı barındırıyor. Aynı zamanda bu sorunun hemen arkasında şu düşünce de yer alıyor: “Ulus devlet modeli artık eskidi mi, yoksa bugün daha mı çok savunulmalı?”
Bu yazının amacı, bu iki soruya tarihsel gerçeklikler, güncel gelişmeler ve toplumsal deneyimler üzerinden yanıt vermeye çalışmaktır. Çünkü bu sorular ne sadece teorik birer önerme, ne de uzak geleceğe dair temennilerdir. Aksine, bugünün Türkiye’sinde yaşanan siyasi kutuplaşmanın, kimlik tartışmalarının ve emperyalist müdahalelere açıklığın içinde saklı ve yakıcı meselelerdir.

ABD: Güçlü Ulus Devletler Bir Tehdittir

Son dönemde Türkiye’de siyaset arenasında ve bazı çevrelerde ulus devlet kavramı yeniden tartışma konusu haline geldi. Kimi siyasetçiler “temsilde adalet” adına etnik ve mezhebi temsiliyeti kurumsallaştırmayı önerirken, küresel ölçekte bazı çevreler ulus devletleri “barışın önünde engel” olarak niteliyor. Bu söylem, özellikle çok kimlikli ve çok kültürlü toplumlarda kulağa hoş gelen, ama içeriği son derece tehlikeli bir yönelimi ifade ediyor.

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, “Güçlü ulus devletler bir tehdittir. Özellikle Arap devletleri, İsrail için bir tehdit olarak görülür” diyerek Suriye’deki tüm azınlıkların merkezi devleti değil, parçalanmış yapıyı tercih edeceğini savundu [1]. Bu sözler, ulus devletlerin yalnızca iç politikada değil, küresel ölçekte de bilinçli şekilde hedef alındığını açıkça ortaya koymaktadır.

Ulus Devlet: Emperyalizme Karşı Halkın Egemenliği

Ulus devlet, Batı Avrupa’da mutlak monarşilerin çözülmesiyle doğan bir model gibi görülse de, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren toplumlar için bir direniş aracı ve özgürlük zemini olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti de işte böyle bir tarihsel eşikte doğmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, ulus devlet anlayışını sadece bir idari reform değil, bir kurtuluş ve kuruluş felsefesi olarak tanımlamıştı. O’na göre ulus, aynı coğrafyada yaşayan, aynı kaderi paylaşan insanların siyasal bir birlik oluşturmasıydı. Bunu en açık şekilde şu cümlesiyle ifade etmiştir:

“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” [2]

Bu tanım, etnik temelli değil, yurttaşlık esaslı bir millet anlayışıdır. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü de bir kimlik dayatmasından öte, bu ortak aidiyete gönüllü katılım çağrısıdır. O, halkı birleştirenin ırk değil; ortak ülkü, ortak egemenlik ve eşit yurttaşlık olduğunu defalarca vurgulamıştır [3].

Ulus Devleti Neden Savunmalıyız?

Ulus devlet, farklı etnik, mezhebi, sınıfsal ve kültürel kökenlerden gelen bireyleri eşit yurttaşlık çatısı altında birleştiren bir siyasal modeldir. Onu değerli kılan, bireylere sadece kültürel değil, hukuki eşitlik sağlamasıdır. Bu model sayesinde herkes aynı haklara ve yükümlülüklere sahip olur; devletten eşit muamele bekleme hakkına kavuşur.

Bu nedenle ulus devlet modeli, yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda bir barış projesidir. Etnik, dini veya mezhebi aidiyetin siyasetin merkezine oturtulduğu sistemlerde, zamanla siyaset “temsil” değil “çatışma” üretmeye başlar. Bu çatışma hem iç güvenliği hem de uluslararası itibarı zedeler.

Türkiye’de son dönemde görülen “temsili kimlik” tartışmaları, işte bu tehlikeyi beraberinde getirmektedir. Oysa Mustafa Kemal Atatürk’ün kurucu vizyonu, “tek bir etnik grubun devleti” değil; herkesin eşit yurttaş olduğu, aynı bayrak altında yaşamayı kabul ettiği bir ulusun devletini kurmayı hedeflemiştir. Bu vizyon, Türkiye’nin hem iç barışını hem de bağımsızlığını koruyan yegâne zemin olarak bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Bahçeli’nin Açıklamaları ve Mezhep Temelli Temsil Tehlikesi

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, geçtiğimiz günlerde “Cumhurbaşkanı yardımcılarından biri Kürt, biri Alevi olsun” dediğini doğruladı [4]. Bahçeli bu açıklamayı “birlik ve beraberlik” vurgusuyla savunsa da, bu tür kimlik temelli temsiliyet önerileri, Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atacak bir zemine çekme riskini taşımaktadır.

Çünkü bu tür bir yaklaşım, yurttaşları liyakate göre değil, doğuştan gelen kimliklerine göre kategorize eder. Siyaset böyle bir sistemde fikirler ve ilkeler üzerinden değil; kimlik pazarlıkları üzerinden yürütülür. Bu anlayışın siyasal olarak kurumsallaşması, Lübnan Modeline kapı aralayabilir.

Lübnan Modeli: Demokrasi mi, Kriz Döngüsü mü?

Lübnan’da 1943’te oluşturulan Mezhepçi Paylaşım Sistemine göre cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, başbakan Sünni Müslüman, meclis başkanı ise Şii Müslüman olmak zorundadır. Bu yapı, temsilde adalet sağlamaya değil; kriz ve kaos üretmeye hizmet etmiştir. Lübnan’da hükümet kurmak aylar, hatta yıllar sürmekte; mezhepsel çıkarlar ortak iradenin önüne geçmektedir.

Bugün Lübnan’ın yaşadığı krizler –ekonomik çöküş, siyasi tıkanıklık, dış müdahaleye açıklık– bu sistemin iflas ettiğini gözler önüne seriyor. Kimlik temelli temsilin istikrarsızlığa yol açtığı, Lübnan örneğiyle artık kanıtlanmış durumdadır [5].

Türkiye Lübnanlaşır mı?

“Lübnanlaşmak” deyimi, siyasetin mezhepler ve etnik gruplar arasında resmî olarak bölüşüldüğü, kimliklerin hukuki ve anayasal ayrıcalıklara dönüştüğü, devletin vatandaşlar arasında tarafsızlık ilkesini yitirdiği bir modeli ifade eder. Lübnan örneği, “temsilde adalet” adı altında yapılan bu tür sistem mühendisliğinin, nasıl kronik krizler, dış müdahaleler, ekonomik çöküşler ve toplumsal güvensizlikler doğurduğunu tüm dünyaya göstermektedir.

Türkiye, tarihi boyunca etnik ve mezhebi farklılıklar içeren bir ülke olmuş; ancak bu farklılıklar, eşit yurttaşlık ilkesiyle ortak bir siyasal kimlik içinde tutulmaya çalışılmıştır. Eğer bu ilkeden sapılır ve anayasal temsiliyet kimlikler üzerinden kurgulanmaya başlanırsa, Lübnanlaşma tehlikesi somut bir ihtimale dönüşür.

Zira bugün kimlik temelli pozisyonlar talep edenler, yarın temsil edilmeyen kimliklerin itirazlarıyla karşılaşacaktır. Bu durum, sonsuz bir kimlik rekabeti, bölgesel özerklik talepleri ve nihayetinde üniter yapının parçalanmasına yol açabilecek bir zincirleme reaksiyona dönüşebilir.

Atatürk’ün Gözünden Kimlik Siyasetine Karşı Uyarı

Atatürk, Anadolu’nun farklılıklarla örülü yapısını inkâr etmeden, bu farklılıkların eşit yurttaşlık çatısı altında birleşmesini hedeflemiştir. Ona göre “Yurttaş olmak için Türk olmak gerekmez, Türk olmak için Türkiye Cumhuriyeti’ne aidiyet yeterlidir.” [6]

Atatürk, Osmanlı’nın çok uluslu ve çok kimlikli yapısının çöküşe neden olduğunu görmüş ve “millet” kavramını ideolojik birleştirici olarak kurgulamıştır. “Türkiye halkı birdir, beraber yaşamak zorundadır” diyerek kimlik siyasetine karşı en net tavrı almıştır [7].

Bugün etnik veya mezhebi temsiliyet önerileri, Cumhuriyet’in bu birleştirici ruhuna aykırıdır. Çünkü bu tür temsiliyet modelleri, kimlikleri yücelten değil; ayrıştıran, sınıflandıran ve çatışma doğuran sistemlerdir.

Muhalefete Düşen Görev: Ulus Devleti Sahiplenmek

Ne yazık ki günümüzde bazı muhalefet aktörleri, ulus devlet kavramını “otoriterliğin” veya “milliyetçiliğin” aracı olarak görme hatasına düşmektedir. Oysa ulus devlet, otoriterlikle değil; halk egemenliğiyle, eşit temsil ile, bağımsızlıkla özdeş bir modeldir.

Muhalefet, bu kavramı AKP veya MHP’nin tekelinden çıkarıp, Atatürkçü bir perspektifle yeniden sahiplenmelidir. Ulus devlet, halkın kendi kendini yönetme hakkının kurumsal zeminidir. Onun çöküşü; halk meclislerinin, adem-i merkeziyetin ya da özgürlükçü yönetimlerin değil; feodal grupların, tarikatların ve emperyalist güçlerin yükselişinin habercisidir.

Ulus Devlet, Geleceğin Değil, Bugünün de Teminatıdır

Ulus devlet, barışın önünde bir engel değil; barışın kurumsal teminatıdır. Kimlik temelli siyaset, kısa vadede adalet vaat edebilir ama uzun vadede parçalanma getirir. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı Lübnanlaşmak değil, Cumhuriyet’in kurucu aklına geri dönmektir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği “millet olma” idealine sarılmak; eşit yurttaşlık bilinciyle ortak bir gelecek inşa etmek; farklılıklarımızı kimlik kotasıyla değil, adaletli bir sistemle yaşatmak zorundayız.

Ulus devlet, bu coğrafyada yurtta barış, dünyada barış diyen bir liderin bize emanetidir ve bu emanet, bugün her zamankinden daha çok korunmaya muhtaçtır.

Kaynakça

[1] AA – ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Barrack: “Şam yönetimini desteklerken İsrail’i eleştirdi.”
(https://www.aa.com.tr/tr/dunya/abdnin-suriye-ozel-temsilcisi-barrack-sam-yonetimini-desteklerken-suriye-konusunda-israili-elestirdi/3637548)

[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 286.

[3] Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü – 1933, 10. Yıl Nutku.

[4] Bianet – “Devlet Bahçeli, Kürt ve Alevi Cumhurbaşkanı Yardımcısı sözlerini doğruladı.”
(https://bianet.org/haber/devlet-bahceli-kurt-ve-alevi-cumhurbaskani-yardimcisi-sozlerini-dogruladi-309691)

[5] The Guardian – “How Lebanon’s sectarian politics brought it to the brink of collapse.”
(https://www.theguardian.com/world/2020/aug/06/lebanon-sectarian-politics-explained)

[6] Afet İnan, Medeni Bilgiler, Atatürk’ün notlarıyla birlikte, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

[7] Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk, 1927, Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 21–25.

İlginizi çekebilecekler

Bir yorum bırak

* Bu formu kullaranak, internet sitemize sağlamış olduğunuz datanın (örn. mail adresi) tarafımızca saklanmasını kabul etmiş oluyorsunuz.

İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz için "ÇEREZ" kullanıyoruz. Toplanan verilerle ilgili düzenlemelere internet sitemizde yer alan Gizlilik Politikasından ulaşabilirsiniz. Kabul et. Detaylar