AHVAL
Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren askere ve askeri nizama verdiği önem çok büyüktür. Hatta gerileme dönemine kadarki başarıları bu nizam sayesinde gerçekleşmişti. Oral Sander kitabında: “19.yüzyılın ilk Osmanlı yöneticisi olan III. Selim’in Nizam-ı Cedid ordusunu kurması ve ardılı II. Mahmud’un 1826 yılında Yeniçeri ocağını kaldırarak, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı orduyu oluşturması, Osmanlı yöneticilerinin askeri örgütlenmeye verdikleri önemi göstermektedir.” (Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s.205) yazmıştır. Fakat Osmanlı için çok önemli bir yere sahip olan bu nadide kurum, Osmanlı’nın artık eski Osmanlı olmadığını acı bir şekilde gösterecek ilk kurumdu. Devletin içinde bulunduğu yozlaşma ve çürüme net bir biçimde askeriyede kendini gösterecekti. Yeniçeri eski yeniçeri değildi, ordu eski ordu değildi ve en önemlisi Osmanlı eski Osmanlı değildi. Bu durumu Avusturya Başbakanı Metternich 1834 yılında şöyle özetlemişti: “Türk imparatorluğunun tarihi incelendiğinde, çok temel ve sürekli bir zayıflık kaynağına sahip olduğu kolaylıkla görülüyor. Bu imparatorluk, geniş topraklara sahiptir ama zengin değildir. Coğrafi konumu çok uygunudur, ama ticareti yoktur. Askerleri ölmeyi bilir ama savaşmayı bilmemektedir. Nasıl olur da hükmetmek isteyen Müslüman gururunun artık hükmedecek gücü yoktur? …” (Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s.168) İşte bu eleştiri bile devletin içinde bulunduğu vahim durumu özetlemekteydi. Öyle bir ordu düşünün ki Avrupa’da fırtına gibi esmiş, karşısına çıkan tüm orduların korkulu rüyası olmuş fakat sonra bir devletin başbakanı kalkıp bu orduyu savaşmayı bilmemekle suçlamış. Asker artık ülkesinde çıkan isyanları dahi bastıramamakta; kaldı ki büyük devletlerin ordularına karşı bir başarı yakalasın. Osmanlı ölmeyi bekleyen bir “Hasta Adam” ilan edilmişti.
Fransız İhtilali’ni önemsemeyen Osmanlı yönetimi, Fransız İhtilali’nden sonra yayılan milliyetçilik akımından etkilenen Sırp ve Yunanların isyanları sonrası bunun devlet için ciddi bir tehlike olduğunu geç de olsa anlamıştı. Devlet her alanda sıkıntılar yaşamaktaydı. Ekonomik, siyasi, askeri sıkıntıların hepsi artık patlak vermeye başlamıştı. Bu durum Namık Sinan Turan tarafından şöyle dile getirilmiştir: “19. Yüzyılda ekonomik potansiyeli ve siyasi gücü gittikçe zayıflayan, Doğu Sorunu kapsamında Batı’nın her geçen gün nüfus alanına girmeye başlayan imparatorluk için diplomasi ayakta kalmanın en önemli araçlarından biri haline gelecektir.” (İmparatorluk ve Diplomasi, s.5) Devlet askeri alandaki zayıflığını diplomasiyle kapatmaya çalışacaktı. Diplomasi aracı 19.yy’dan önce de kullanılıyordu. Devletin bir başka devletle diplomatik görüşme yapması İstanbul’da bulunan yabancı ülke temsilcileri aracılığıyla yapılmaktaydı. Zira Osmanlı’nın sürekli olarak yurt dışında temsilcisi bulunmamaktaydı. Görevli olarak gönderilen memurlar yabancı devlette işlerini bitirip dönerlerdi. Ancak bu pasif diplomasi 19.yy’ın ilk sultanı III. Selim ile değişecektir. Selim, 18.yy’ın sonunda Avrupa’nın önemli merkezlerinde sürekli olarak bir temsilci bulundurmak yönünde harekete geçmişti. İlk elçilik 1793 yılında, devletin yakın ilişkiler içinde bulunduğu İngiltere’nin başkenti Londra’ya kurulmuştu. Bu elçilikleri Viyana, Berlin, St. Petersburg ve Paris elçilikleri izlemiştir. Diplomasi alanındaki bu açılımı 1808’de III. Selim’in ölümü sonucunda tahta geçecek olan bir başka yenilikçi padişah olan II. Mahmud devam ettirecekti. II. Mahmud tahta geçtiğinde siyasi olarak devlet çeşitli mücadeleler vermekteydi ve bunlar Osmanlı’nın diplomasi macerasında yavaşlamaya sebep olacaktır. Bu konuda Oral Sander: “III.Selim’in düşmesinden sonra reform hareketleri tüm yönleriyle kesintiye uğradığında, yazışma hizmetlerinin gelişebileceği ufuklar da daraldı ve diplomatik ve konsüler sistemler bozuldu.” (Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s.212) şeklinde ifade etmiştir. O dönemde Osmanlı’nın temsilcileri pek de yetkin değildi. Gönderildiği ülkenin dilini bilen tercümanlarla iletişim kurulabiliyordu. Yani Osmanlı diplomasisi bu tercümanların çevirisine bağlanmıştır. Bu da riskli bir durumdur. Bu riski II. Mahmud, Yunan isyanıyla daha iyi anlamıştır. Şöyle ki; Yunan isyanından evvel Fener Rumlarından tercümanlar kullanılmaktaydı. Fakat 1821 Yunan isyanıyla, Yunanlardan ve tercümelerinden kuşku duyulmaya başlanmıştı. Yunan tercümanların işlerine son verilmişti. Yunan tercümelerine muhtaç durumda olan Osmanlı, II. Mahmud’un talimatıyla kurulan Tercüme Odası ile bu prangadan kurtulmuştur. Bu prangadan kurtuluş da bir anda olmamıştır. Yine de bir dönem tercüme konusunda zorluk çeken Osmanlı, Tercüme odasının büyütülmesi ile bunu aşacaktı. 1832 yılında Osmanlı ordusunun, kendi valisi Mehmet Ali’ye karşı yenilgisi sonucunda diplomasiye olan inanç artmıştır. Tercüme odasının önemi anlaşılmış ve prestiji yükselmiştir. Tercüme odasının prestijinin artması ile diplomasiye olan inanç ve yönelim de artmıştı. Zira devlet askeri bakımdan zayıfladığını kanıtlamıştı. Ancak toprak bütünlüğünün korunması gerekiyordu ve bu askerle olmuyorsa diplomasi ile sağlanacaktı. Bu diplomasi hamlesi Osmanlı’da görülen isyanlara karşı büyük devletlerden yardım istenmesiyle devam edecektir. Bu devlet Rusya olmuştu. 1833 yılında Rusya İstanbul’a bir donanma ve beş bin kişilik bir ordu göndermiştir. Rus askerinin İstanbul’da bulunmasından rahatsız olan Fransa ve İngiltere, Mehmet Ali’ye baskı yapmıştır ve bu baskılar sonucunda Kütahya Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma Osmanlı açısından küçük düşürücü olsa da tarihi bir önem taşımaktadır zira asker ile çözülemeyen bu isyan diplomasi aracılığıyla sona erdirilmiştir. Diplomasinin önemi pekişmiştir. Bunu gören II.Mahmud artık dış ilişkiler konusunda daha profesyonel adımlar atacaktır. Bunlardan biri Hariciye Nazırlığının kurulması olacaktır. Oral Sander kitabında bu konuyu şöyle yazmıştır: “… II. Mahmud, Tercüme odasını güçlendirip diplomatik ve konsüler faaliyeti canlandırdıktan sonra, 1836 yılının Mart ayında, reisülküttaplığı Hariciye Nazırlığı haline getirdi.” (Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s.215) Yeni kurulan bu nazırlık padişaha ve Babıali’ye bağlıydı. Babıali ise artık savaşkan, eski Osmanlı politikalarını değil; daha sakin, diplomasi ağırlıklı bir siyaset izleyecektir. Oral Sander bu Babıali siyasetini, devleti I. Dünya savaşına kadar yaşatacağına vurgu yapmıştır: “Avrupa’nın yaşlısını, Avrupa devletlerinin beklentisine rağmen, bu büyük savaşa kadar yaşatacak olan önemli nedenlerden biri de diplomasinin canlılığı ve belki de ‘yaşlılığın’ verdiği ihtiyattır.” (Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s.198) 1839 yılında II. Mahmud’un vefatından II. Abdülhamid’in tahta geçmesine kadar Osmanlı hanedanlığı gerçek bir sultan çıkaramamıştı. II. Abdülhamid, Osmanlı’nın izlediği diplomasi siyasetini kavramış bir padişahtı. Osmanlı devleti ‘Denge Politikası’ izleyecektir. Bu politika güçsüz bir devletin izleyeceği ve bu güçsüz devleti koruyacak en uygun politikalardan biriydi. Zira güçsüz devlet güçlü bir devletle mücadele edemez fakat güçsüz devletin bir güçlü müttefiki varsa işler değişir. Bu bahsi geçen mücadele illa askeri anlamda değildir. Bu ekonomik alanda da siyasi alanda da uygulanır. Rusya’ya karşı İngiltere’yle arasını iyi tutan Osmanlı; İngiltere’ye karşı da Almanya’ya yakın durmaktaydı. Yani diplomatik açıdan bir mesaj veriliyordu. Mesaj şuydu: “Sen olmazsan başkası var. Vazgeçilmez değilsin.” Bu mesaj aslında Osmanlı’yı güvende tutuyordu zira çantada keklik bir müttefik olarak görülmektense, her an karşı bloğa kayabilecek bir müttefik el üstünde tutulurdu. Bu siyaseti ekonomik alanda da izleyen II. Abdülhamid, bunu Hicaz’a demiryolu döşenmesi konusunda kullanır. İngiltere bu demiryolunu döşemek isterken, Almanya’ya bu demiryolu hattını yaptırarak hem ekonomik anlamda bir rekabet ortamı oluşturup fiyatı düşürmüş hem de İngiltere’ye bir diplomasi hamlesi daha yapılmıştır. Tüm bu izlenen politika ve siyasetler, ‘Hasta Adamı’ solunum cihazına bağlamıştır fakat adamın bilinci kapalıdır. Yani son bir çaba olarak bu diplomasi yolu seçilmişti. Bu çabanın devleti biraz daha yaşattığı aşikardı fakat beklenen sondan kaçış yoktu. Bernard Lewis’in de belirttiği gibi: “Türkiye acı bir şekilde Büyük Oyun’u öğreniyor ve oynama becerisi kazanıyordu; ancak bu beceri Osmanlı Devleti’nin nihai çöküşünü engelleyemiyor sadece geciktiriyordu.” (Hata Neredeydi? , s.43)
İŞ İŞTEN GEÇMİŞ
Sonuç olarak; devletler kurulur, genişler ve nihayetinde çöker bu daima böyle olmuştur. Bir zamanların büyük Osmanlı İmparatorluğu da ilk iki aşamayı bitirmiş ve son aşama olan çöküş evresine geçmişti. Bu çöküşü birçok padişah durdurmaya çalışmıştı. Reformlar yapılmıştır, çeşitli yollar izlenmiştir fakat devletin içi çoktan çürümüştü. Bu çürümeyi durdurmasa da yavaşlatacak tek şey diplomasiydi. Devlet, diplomasinin önemini anlamıştı fakat artık çok geçti…
KAYNAKÇA
- Sander, O., (2016), Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, İmge Kitapevi, Ankara,10.
- Lewis, B., (2020), Hata Neredeydi?, Kronik Kitap, İstanbul, 4.
- Turan,N.S., (2014), İmparatorluk ve Diplomasi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1.